O Ege’de bir sahil kentinde. Bahçe duvarını boyuyor. Elinde beyaz boya. Üstünde ten rengi atlet ve siyah kısacık bir şort. Bir elinde siyah bir eldiven, bir eli çıplak. Kıvırcık saçlarını toplamış. Hepsi bu. Nasıl da bahçedeki sadece birkaç yapraklı ağaç gibi bu hâliyle.
Ben İstanbul’dayım. Telefonda görüntülü konuşuyoruz. Benim ciddi bir işim var aslında; bilgisayarımın başında çalışıyorum. Birazdan yeni infaz yasasıyla ilgili bitmeyen sorunları konuşacağımız bir toplantıya online katılacağım için heyecanlıyım. Evden dışarıya çıkamadığımız bir çocuk bayramı. Umarım anı olacak bu günler…
“İşin var, kapatayım,” diyor. Aslında sevmem ama “Hayır, orda kal” diyorum hafif emrivaki. Daha telefon dışında hiç görüşemedik, özlüyorum, hiçbir görüşme yetmiyor. Emrivaki sevmiyor ama kalıyor. O ciddi ciddi duvarı boyuyor, arada bakıyorum, bir telefon ekranına göz ucuyla, bir bilgisayar ekranına ciddi ciddi.
Sevgili olamıyoruz bir türlü. Bir kapının ağzında duruyoruz. Bana kapıyı açmış, evet. Tutkuyla kucaklaşıyor ve ağlayarak ayrılıyoruz o kapının önünde arada. Bir kucaklaşıyoruz bir ağlıyoruz. O ağlayamaz aslında. Ağlayamayışı da ağlamak gibi ama. O yüzden ben ikimizin yerine ağlıyorum.
İçeri almıyor beni ama kızmıyorum, gücenmiyorum. İçerde başka biri var. Gizlisi saklısı yok. Biz kapının önündeyiz, kimseden gizlenmiyoruz. İçerde birisi var. Keyfi yerinde onun. Sanki ropdöşambırını giymiş, elinde viski, ağzında püro olan biri. Kapıya gelmişim ben. Ellerimde sümbülteber. İstenmediğim bir yere mi geliyorum? Sık sık soruyorum ona ve kendime. Oysa kırlardan geliyorum. Elbette kırlardan geleceğim. “Başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri/söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara, depolara/bu katran kokusu başka nasıl geçer/ sonsuza varmadan bir önceyiz sanki”*
Telefon ekranına göz ucuyla bakıyorum. Ten rengi atlet tenine karışmış, omuzlarındaki kuşlu dövmelerle kanatlı yüreğim. Bir Antik Yunan heykelinin hareketli hâli karşımda duvar boyuyor. Heykeltraş değilim ama o taşın içindeki heykeli gören şahsın heyecanını bu yüzyılda ekran karşısında yaşamak da bana kısmet oluyor. Aynı heyecan, kalıbımı basarım. O heykelini yapmış, ben heykel gibi donakalmışım. Zaten saçımı sıfıra vurmuşum. Eski Yunan’dan geleceğin insanına bir geçiş gibi kafamın içi de dışı da. Ne erkek ne kadın. Hem geçmiş, hem gelecek. Geçmişteki erkek değil ama gelecekteki kadın belki.
İşte görüyorum atlet tişörtünden fışkıran kanatlı dişil coşkusunu. O mermerdeki memeleri yontarkenki heyecanını duyuyorum Venüs heykelini yapan şahsın. Antakyalı Alexandros’un. Venüs’ten fazlası var eksiği yok nazarımda. Zira sol memesinin üstünde üç martı uçuşuyor. Ve hayat kısa, biliyorum. **
Pek yüzüme bakmıyor. Gözlerim buluşsun istiyorum bir an, bir kuşun uçuşunu hatırlatan gözleriyle. Ama bir heykel bakmaz zaten kimsenin yüzüne, biz ona bakarız. O duvarı boyuyor, ben heykeli yontuyorum. Bilgisayarda infaz yasası. Doksan bin kişi hapisten çıkıyor. Doksan binini birden düşünüyorum. İki yüz bin kişi içerde kalıyor. İki yüz binini teker teker düşünüyorum. İçerde kimin kalacağına, dışarı kimin çıkacağına Zeus karar veriyor. Herkes ayrım ayrım ayrılıyor. Bir tek Covid-19 kimseyi ayırmadan yoluna devam ediyor. Herkes ayrı birbirinden, herkes ayrımcı en derinden. “Sen içerde kal, sen dışarı çık” diye ayırıyorlar insanları. “Sen yaşa, sen öl”. “Sen sevme, sen sus, sen git.” Zeus, sen-ben-o, biz-siz-onlar. Hepimiz aynıyız. Herkes birbirine #evdekal diyor yeni bir dille. Nasıl oluyor bilmiyorum ama ayrıyız ve aynıyız, evet.
Henüz hiç karşılaşmadık. Telefonda konuşuyoruz, yazışıyoruz, arada onun deyimiyle “kırıştırıyoruz”. Araya salgın hastalık mı girmedi pandemi mi karantina mı sokağa çıkma yasakları mı infaz yasaları mı… Hapiste olan biz değildik sözümona ama dünya kocaman bir hapishane oldu bir anda nasılsa. İçerde olmakla dışarda olmak arasında ne fark var şimdi bilmiyorum. Yemeği gardiyanlar getirmiyor evde olunca, biz yapıyoruz ve bunun gibi birkaç fark daha var. Sokağa çıkma yasağında sevgiliyle evde kalma şansı var mesela. O bazen ropdöşambırlıyla kalıyor zaten. Bense sabahın seherinde uyanıp börtü böcekten özür diliyorum, seni seviyorum diyorum cümle mahlukata. Nerde olursa olsun bunu hissediyor, sessizce uyanıp bana katılıyor uzaktan. Bunun hikâyesini yazarım bir gün ben diyorum. Okumak isterim diyor. İlk sen okuyacaksın diyorum. Ayın fotoğrafını çekip gönderiyorum ona her sabah uzaktan. Ay gittikçe küçülüyor, küçülüyor. Ters orantılı bir biçimde içimde bir şeyler büyüyor büyüyor. Dünya dönüyor, evren genişliyor, yeni bir çağ başlıyor.
Arada bakıyorum telefon ekranına uzaktan . İşim var zaten. Bir erkek sesi karışıyor telefondan gelen sese. Hikâyedeki ropdöşambırlı, Zeus ve heykeltraş Alexandros’tan sonra dördüncü erkek şahıs giriyor sahneye. (Turgut, Cemal falan da var ama onları bu minvalde saymıyoruz. Onlar Tomris’ten torpilli, hem bazıları erkekliğin bedelini ödemişlerdir belki. Erkeklik bedel ödeme sanatıdır biraz da. Bedelli diye bir şey var o dünyada.)
Neyse dördüncü erkek şahıs sahneye giriyor, ordan devam ediyoruz biz. Sahnede ve her yerde erkekler daha çok görünüyor neticede. Bir sahne olur da bir erkek girmez mi? Ama ben görmüyorum dördüncü erkek şahsı. Onu görünmezleştiriyor ve intikamımı alıyorum sonunda. O sadece ses olarak var. Bakıyorum göz ucuyla, istifini bozmadan çalışıyor bizim Boyacı Venüs. Oysa erkek sesi destur demek, üstünü başını toparla demek, hizaya gel yoksa bana iş mi atıyorsun demek bir kadın için. Hikâyede ondan ve benden başka bir çok kadın daha var ama görünmüyorlar. Rosa mesela mutlaka buralarda biryerlerdedir. Hayalet onların çoğu ya da bir hayal. Çoğu Covid-19’dan daha tehlikeli olan erkeklik tarafından öldürülmüş, susturulmuş. Bazı kadınlar ise birazdan gelecekler. Özlem Tekin mesela, birazdan çıkacak sahneye.
Erkek sesine milim tepki vermiyor. Aldırış etmeden boyasına devam ediyor. Sol memesinin üstünde uçan kuşlar kadar özgür ruhlu, anlıyorum. İçim bir hoş oluyor bunu bir daha anlayınca, gurur duyuyorum. Erkek sesi fonda kendini uzun süre hissettiriyor. Ne dediğini hiç anlamıyorum ama hissedebiliyorum; zararsız. Fırçayı ağzının ortasına yemekten korkuyordur belki. Erkek şiddeti fırsatını bulduğu yerde ortaya çıkar çünkü. Bir fırçadan bile tırsar aslında kırılgan erkeklik. Ama beslenirse bir bakışı bile elleriyle boğar. Birgün nihayet babasından yediği dayakları bana anlatışını hatırlıyorum Boyacı Venüs’ün. Oraya kadar gelmiştik sevgili olma yollarında aslında. Babasıyla derdi olmayan mı var? Dert dökmeden sevgili olunabilir mi? Aşk herşeyi affeder mi?
“Çok üzgünün, istemeden/bir bakışa aldandım”***
Bir bakışını yakalıyorum sonunda. Çok güzel deyyus. Heykel hiç insana bakmaz demiştim; bakıyor. Heykel bakıyor, ben aldanıyorum. Hooop gene heykel oluyor. Boyacı Venüs Heykeli.
Boyacı Venüs Heykeli’nin fotoğrafını çekip ona gönderiyorum. Ekran fotoğrafı işte canım. Screenshot. Arzusunu ve arzumu ona göstermek istiyorum. Arzusu ve arzum, arzumuz içiçe birbirine bakan aynalar hâlinde çoğalsın diye arzuluyorum. Boyacı Venüs Heykeli olmak sıradan bir şey değildir, ya da her kadının içinde bir Venüs vardır, boyacı moyacı, bir bak, demek istiyorum. Birkaç poz alıyorum haberi olmadan. En seksisini gönderiyorum. Arzunun heykel hâlinin boyacı kılığındaki fotoğrafı. Arzulu isim tamlaması. Şaşırıyor. “Aşk olsun!” diyor cevap olarak. İyi ya işte, aşk olsun diye uğraşıyoruz şurda. Aşk olsun, aşk olmazsa meşk olsun…
Bunu unutmayacakmış. Utanmış iki gözümün çiçeği. Sonra konuşuruz diye yazıyor. Peki, diyorum. Hiçbir şeyde ısrar etmemekte ısrarcıyım.
Kapının önünde sarılıyoruz. Üstüm başım boya oluyor. Elindeki beyaz boya sarılınca üstüme bulaşıyor. Beyazda gökkuşağının bütün renkleri var. Boyanın bulaşması en sevdiğim kelimeyi çağrıştırıyor bana: Buluşmak. Ne zamandır buluşalım istiyorum.
(Not: *Turgut Uyar, ** Cemal Süreya ve *** Özlem Tekin, renkli olmasını istediğim bu hikâyenin başkaca renkleri)
Zerrin Duralı