Peki aşk aşk mıdır?
Aşkın her zaman aşk olmadığını bazen aşk adı altında baskı, kural dayatma, sınır çizme gibi şeylerle karşılaşılabildiğini biliyoruz. Love is love sloganı, bana böyle toksik bir ilişki, bir aşk delüzyonu ihtimalini hatırlatıp duruyor. “Yaşasın aşşşk, sevgi” diye neşeyle zıplayıp bağırdığım oluyor tabi ama pek uzun süremiyor sanki, “Bi dk ya! Çok da kaptırmasak mı” diye kalıyorum. Uzun zamandır üzerine düşündüğüm ve rahatsızlık duyduğum bu sloganı artık biraz madilemenin zamanı geldi. Bunun da Onur Haftası’na güzel bir kapanış olduğunu düşünüyorum.
Bu slogan aşkın cinsiyetinin olmadığını vurgulaması açısından güzel bir slogan olsa da bir noktadan sonra maksadını aşıp bizi tek tipliğe sıkıştırmak isteyenlerin ve bizi açıkça desteklemekten imtina edenlerin elinde yararlı bir araca dönüşmeye başladı. Özellikle markaların ve performatif destekçilerin (performative allies*) dilinde daha da bolca görmeye başladığımızdan beri bu slogandan açıkça rahatsızlık duymaya başladım. Malum olduğu gibi, bizi tek tipleştirmeye çalışan yalnızca markalar değil, aynı zamanda devlet(ler). Dolayısıyla bu sloganın sömürülmesi baskıcı politikalar üreten devletlerin ekmeğine de yağ sürüyor.
Performatif destekçiler dünyadan haberi yokmuş gibi davranıyor. Tweetlerinin birkaç like alması ve profillerinde gökkuşağı dolu “Love is love! Bugün sevgi günü, uzak olsun nefret!” tipinde bir iki tweet durması imajlarına ve vicdanlarına gerekli katkıyı yaptığı için kendilerinden memnun şekilde hayatlarına devam ediyorlar belli ki. Evet, o baağğzı siyasetçileri, influencer’ları, okul ve iş arkadaşlarımızı kastediyorum. Markaların da çoğunlukla derdinin uzun marketing toplantılarına katlanmaya bile ihtiyaç duymadan, şipşak bir kampanyayla mümkün olan maksimum verimi almak olduğunu, ayrıca bizleri tek tipleştirmenin istatistik ve hedef kitle segmentasyonu işlerini de ne kadar kolaylaştırdığını biliyoruz.
Diğer taraftan, genel geçer ve görece yumuşak bir sloganın peşine takılmak bu kurumlara ve kişilere harika bir hem nalına hem mıhına siyaseti yapma imkanını veriyor. Aslında politik hiçbir vurgu yapmadan, başlarına iş almadan işin içinden sıyrılıp bir taraftan da ilerlemeci olduklarını reklam etmeye malzeme çıkarmış şekilde aramızdan ayrılıyorlar. Önümüzdeki yıl haziranda tekrar görüşürüz, bye!
Bu göstermelik onur haftası kutlamaları varken onur haftasını kutlamaya bile tenezzül etmeyip global kampanyalarının Türkçe çevirilerinde sansür yoluna giden Riot Games gibi şirketleri ve keşke aşk muhabbetinde kalsaydı dedirten Durex’i de unutmak mümkün değil.
Değinmeden geçemeyeceğim, baağzı onur haftası organizasyonlarının da artık şirketler kadar kapitalist ve apolitik davrandığını biliyoruz. İstanbul Onur Haftası dışında katıldığım ilk pride olan Barcelona Pride’ın yalnızca karnaval havasında geçmesi beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Kullanılan slogan da hâlâ tüylerimi diken diken ediyor: “All my loving” Ne anlama geldiği belirsiz, “aşklı meşkli bir şeyler diyelim yeter” denmiş gibi bir slogan benim için.
Aşk aşktırın bu şekilde kullanılması, “LGBTİ+ları destekleyelim çünkü onlar çok tatlı, zararsız yalnızca aşk peşinde koşan kırılgan insanlar“ anlamını pekiştiriyor ve aslında bizim zararlı görülen taraflarımızı törpülemek ve bizi daha kırılgan hale getirmek için bir araca dönüşüyor. Peki bizim arzularımız ne olacak? Cinselliğimizi, hazzımızı neden konuşamayalım? Cinsel yönelim kadar cinsiyet kimliğimizi keşfetme ve yaşama ihtiyacımız ne olacak? Çift olma dayatmasına karşı queerler, ilişki anarşistleri ne olacak? Tabii ki aşk da ilişki de isteyen pek çok lubunya var; aile kurmak, ebeveyn olmak, tek eşli yaşamak isteyenler de var. Bunların hiçbirinde bir sorun yok ancak neden yalnızca bunlar varmış gibi davranmak zorunda bırakılıyoruz? Cevabı açık tabii. Ancak, bu sloganın yarattığı heteronormatif hapishaneye düşmemek için dikkatli olmak zorundayız. Üstelik, bizim hayal ettiğimiz aşk ve aile de zaten bu sloganın bana çağrıştırdığı o heteronormatif kalıplarda değil.
Arzularımız ve cinselliğimizden daha önce söylemem gereken şeyi özellikle sona bıraktım. Bizim insan haklarımız ne olacak? Devlet(ler)in onur yürüyüşlerimizi, etkinliklerimizi yasaklarken, gökkuşağı bayrağı açanlara saldırırken karşı durduğu şey tam olarak aşık olma kapasitemiz değil. Hatta cinselliğimiz bile ilk planda gelmiyor. Beğenmedikleri şey var olmamız, haklarımızı söke söke almamız! Geçtiğimiz hafta Maçka parkındaki pikniğe giden lubunyalar, polisten aşk veya cinsellik talepleri yüzünden şiddet görmediler. Cumartesi günü onur yürüyüşündeki şiddet ve onu takip eden, polisin Bayram Sokak atağı, Ankara onur yürüyüşüne yapılan saldırı da aşkımıza veya sevgimize karşı değil, kamusal alanda yer kaplamamıza karşıydı.
Maçka parkında, Cumartesi günü Taksim’de, Pazartesi günü Bayram Sokak’ta ve pek çok farklı şehirde Onur Haftası boyunca sisteme kafa tutan lubunyaların da açıkça gösterdiği gibi kırılgan veya zararsız değiliz. Heteronormatif kalıplara, toplumu tektipleştirici normlara zarar veriyoruz ve güçlüyüz. Bu yüzden aile yapısını bozacağımız korkusu gittikçe pompalanıyor; sanki insanların evine dalıp “Biz bu aileyi feshettik, hepinizi de ibne ilan ediyoruz,” diyecekmişiz gibi bir tavır var. Kimsenin evine dalmaya niyetimiz de ihtiyacımız da yok, biz kendi ailemizi de kimliklerimizi de feshedip yeniden kuruyoruz. Varoluşumuz ve yaşayış biçimimizle sorgulattığımız, böylece “zarar verdiğimiz” aile yapısı için üzgün değiliz!
Bu yazının başlığına ilham veren ve ana fikrini özetleyen, çok sevdiğim şu çalışmayla bitirelim:
Armut
*performative allies kavramını performatif destekçiler olarak Türkçeleştirdim. Performatif destekçi ifadesi, bir kişinin etnik ve ırksal azınlık gruplar veya LGBTİ’+lar ile dayanışma kurmak adına sergilediği pratiklerin yüzeysel kaldığı, bu hareketlerin gerçekten bu grupların hak ve eşitlik mücadelesine önem vermekten çok başkalarından övgü almak için yaptığı eleştirisini ifade etmek için kullanılıyor.